YUNUS ÇOBAN
yunuscbn@gmail.com
Hz. Mevlana'nın Gözüyle Toplumda Birlik ve Beraberlik
18/09/2013 Dikkatle okunacak ve dersler çıkarılabilecek bir yazı. Sizlerle paylaşmak istedim.
Prof. Dr. Necdet Tosun 2010 - Mart, Sayı: 289, Sayfa: 024 Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî eserlerinde birlik konusuna önemli bir yer ayırmıştır. Onun eserlerinde ve düşüncesinde “birlik” kavramı birbiriyle irtibatlı üç anlamda kullanılmıştır. Bunlar: 1. İnsanlar arasındaki duygu ve gönül birliği, 2. Toplumdaki birlik ve berâberlik, 3. Varlığın birliği konularıdır. Bu yazıda sadece ikinci madde yani Hz. Mevlânâ’nın toplumsal birlik hakkındaki düşünceleri ele alınacaktır. Hz. Mevlânâ’ya göre bir toplumun birlik ve berâberlik içinde devam edebilmesi için bazı hususların dikkate alınması gerekir. Bunlar başlıca üç husustur: a) Bunlardan birincisi, insanların ara bozucu kişilere aldanmamasıdır. Hz. Mevlânâ bu konuyuMesnevî’nin ikinci cildindeki “Bir bahçıvanın sûfî, fakîh ve seyyidi birbirine düşürüp ayırması” hakkındaki hikâyede gâyet vecîz bir şekilde ifâde etmektedir. Hikâye şudur: “Bir bahçıvan bağa bakınca, bağında hırsızlar gibi üç kişi gördü. Bunlardan biri fakîh, yani din adamı, hoca; biri seyyid yani Hz. Peygamber’in neslinden; biri de sûfî, yani derviş idi. Bunların her üçü de vefâ bilmez, hak-hukuk tanımaz kişilerdi. Bahçıvan kendi kendine dedi ki: “Bunlara karşı söyleyeceğim nice sözler, reddedilmez yüzlerce delillerim var. Var ama, onlar üç kişi bir topluluk; topluluk ise güçtür, kuvvettir, rahmettir. Tek başıma üç kişi ile uğraşamam. Bu yüzden onları birbirinden ayırmam gerek. Onların her birini bir tarafa atayım, yalnız kalınca da onların birer birer hakkından geleyim.” Hileye başvurdu. Sûfîyi arkadaşlarının gözünden düşürmek için onu yola çıkardı. Sûfîye dedi ki: “Haydi eve git de, bu arkadaşlar için bir kilim getir!” Sûfî gitti. Bahçıvan iki dost ile yalnız kaldı. Fakîhe: “Sen tekinsin; din hususunda bilgin bir kişisin. Bu arkadaşın da ünlü bir seyyid, yani Peygamber neslinden gelen bir kişidir. Biz senin fetvanla ekmek yiyoruz, senin bilgi kanadınla uçuyoruz. Bu da bizim sultanımızın şehzadesidir. Yani büyük Peygamberimiz soyundan gelmiş bir seyyiddir. Onun bunun sırtından geçinen bu pis boğaz sûfî de kim oluyor ki, sizin gibi padişahlarla oturup kalksın? Gelince onu yanınızdan uzaklaştırın; savın gitsin. Siz de tam bir hafta benim bahçemde, bağımda misafirim olun kalın. Ey benim sağ gözüm olan fakîh ve seyyid; bağ ve bahçe de nedir ki; benim canım sizindir.” İçlerine bir şüphe düşürdü, onları kandırdı. Halbuki arkadaşlardan ayrılmak yakışmaz. Sûfî gelince onu yanlarından uzaklaştırdılar. O da kalkıp gitti. Bahçıvan da eline kocaman bir sopa alarak arkasından koştu. Ona yetişince: “Bu ne biçim sufîlik? Bu nasıl dervişlik? Dedi. Fırsat bulunca hırsızlık için onun bunun bağına giriyorsun! Bu hırsızlık yolunu sana Cüneyd mi gösterdi, yoksa Bâyezid mi? Bu yol sana hangi şeyhten, hangi pîrden ulaştı?” Sûfîyi yalnız bulduğu için onu iyice dövdü. Yarı ölmüş bir hale getirdi, kafasını da yardı. Sûfî; “Bana olacak oldu, benim nöbetim geçti, ama, ey arkadaşlar, sizin de başınıza neler geleceğini düşünün, kendi nöbetinize hazırlanın. Siz beni yabancı bildiniz ama, bu kalpazandan da yabancı değilim. Bunu da bilin. Benim yediğim dayağı siz de yiyeceksiniz. Böyle bir şerbet, her alçak kimsenin cezasıdır.” Bahçıvan, sûfîyi dövüp ondan ayrıldıktan sonra, yine o çeşit bir bahane buldu. “Ey seyyid!” dedi. “Sen de eve git; öğle yemeği için yufka ekmeği pişirtmiştim. Evin kapısında Kaymaz’a söyle, o pişmiş yufka ekmeği ile, pişmiş kazı getirsin. Seyyidi yollayınca hocaya dedi ki: “Ey keskin görüşlü kişi! Sen fakihsin, senin fakih olduğunu herkes görüyor, biliyor. Bu apaçık meydanda. Arkadaşın ise seyyidlik taslıyor. Hz. Peygamber’in neslinden gelen seyyidim diye bir iddiada bulunuyor. Halbuki onun atasının ne yapmış olduğunu, ne iş işlediğini kim bilir? Onu doğuran kadına ve onun işine güvenmeyin; noksan akıllı bir varlığa nasıl güvenilir? Zamanımızda nice ahmaklar kendilerini Hz. Ali soyundan, Peygamber neslinden göstermektedirler.” O zâlim bahçıvan bir takım boş sözler söyledi. O fakîh de onları dinledi. Sonra bahçıvan kalktı, seyyidin arkasından eve doğru gitti. Seyyidin yanına varınca; “Ey eşek!” dedi. “Seni bu bağa kim çağırdı? Sana hırsızlık Peygamber’den mi miras kaldı? Arslanın yavrusu arslana benzer. Söyle bakalım sen Peygamber’e ne yüzden benziyorsun?” O alçak bahçıvan doğru yoldan çıkmış olduğu için, Haricîler’in Peygamber evladına yaptıkları eza ve cefayı ona; o seyyide yaptı. Seyyid, bahçıvanın dayağından perişan, harap bir hale gelince, fakîhi hayalinden geçirerek dedi ki: “Ben sıçradım sudan çıktım, ben nöbetimi savdım. Sen şimdi yapayalnız kaldın, ayağını denk al! Artık davul gibi karnına tokmak yiyedur. Ben seyyid değilsem de, senin sohbetine layık bir arkadaş olamadımsa da, senin için bu zalimden daha değersiz, daha aşağı değilim ya!” Bahçıvan, seyyidi dövüp ondan kurtulunca geldi, fakîhi buldu. Ona dedi ki: “Sen fakîh misin? Fakîhlik nerede, sen nerede? Ey her aşağı kişiye ayıp kesilen, ar olan en günahkâr, en kötü insanlar bile senden utanırlar. Ey eli kesilesi, bağa girersin de izin var mı, müsaaden var mı demezsin; bu mu senin fetvan? Böyle bir rûhsatı, izini islam hukukuna ait fetvaları ihtiva eden tanınmış kitaplardan Vasît’te mi okudun? Yoksa Muhît’te mi var? Fakîh: “Hakkın var, vur!” dedi. “Vur ki, fırsat eline geçti. Dostlardan ayrılanın lâyıkı budur!”1 b) Hz. Mevlânâ’ya göre, toplumdaki birlik ve berâberliğin devâmı için gerekli olan ikinci husus ise, toplum fertlerinin yardımlaşma ve dayanışma içinde olmasıdır. Çünkü birlikten ve yardımlaşmadan güç doğar. Dağınıklıktan ise zaaf oluşur. Hz. Mevlânâ bu konuyu Mesnevî’nin 6. cildinde kedi ve fareler örneğiyle anlatır: “Binlerce fare ortada dolaşsa, baş kaldırsa, kedi bu halden ne korkar, ne de bir tehlike sezer (onları teker teker yakalar yer, çünkü farelerde birlik ve dayanışma yoktur). Nasıl olur da fareler toplanıp hep birden kedinin karşısına çıkarlar? Onlarda öyle yürek (öyle bir topluluk ruhu) yoktur ki! Farenin gönlünde bir topluluk duygusu olsaydı, gayrete gelirdi de, birkaç fare bir araya toplanırdı! Fareler bir araya toplanırlardı da, birer fedaî gibi, göz açtırmadan kedinin üstüne atılırlardı. Birisi, kedinin gözüne pençe atar, onu körleştirirdi; öbürü, dişi ile kulağını ısırırdı! Bir başkası, keskin dişleri ile onun böğrünü delerdi! Böylece, kedinin, birleşmiş fareler topluluğundan kurtulması mümkün olamazdı! Fakat, farenin canında, toplum fikri, cemiyet fikri (birlik beraberlik düşüncesi) yoktur! Bu sebeple fare, kedinin sesini duyunca ödü kopar, canı bedeninden fırlar! İsterse, farelerin sayısı yüzbin olsun; fare, kurnaz kedinin karşısında korkusundan cansız gibi durur, kalır. Allâh, mülkün sahibidir; hikmetinden sual olunmaz! Arslana öyle bir güç verir ki, tek başına olduğu halde, arslanlar topluluğunun kuvvetini kendinde hisseder de, yaban eşeği sürüsüne korkmadan saldırır. On çatallı boynuzları olan yüzbinlerce yiğit geyik, arslanın saldırışı karşısında adeta yok olur gider”2 Hz. Mevlânâ bu örnekte toplumun sayıca çok olmasından ziyâde, ülke meselelerinde birbirleriyle birlik ve dayanışma içinde olmalarının önemine işâret etmiştir. Mehmet Âkif Ersoy’un ifâdesiyle: “Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez”. Ancak toplumda birlik yoksa, bir tane kedinin hakkından gelemeyen yüzlerce fare gibi zaaf içinde kalırlar. c) Toplumun birlik-berâberlik ve huzur içinde yaşayabilmesi için gerekli olan üçüncü husus ise, fertlerin birbirlerini anlamaya çalışmasıdır. Bazen toplumun birçok ferdi aslında aynı düşünce ve hedefte olmasına rağmen, karşı tarafı iyi dinlemediği, ya da ön yargılardan kurtulamadığı için diğer insanları anlayamaz ya da yanlış anlar. Bu problemin giderilmesi için insanların ön yargısız ve iyi niyetle birbirini dinlemesi gerekir. Nitekim Hz. Mevlânâ Mesnevî’ye “Dinle!” sözüyle başlamıştır. Bu eserin ikinci cildindeki “Üzüm yemek isteyen ama dil probleminden dolayı anlaşamayan ve kavga eden dört kişinin hikâyesi” bu konuya güzel bir örnektir: “Bir adam dört kişiye bir miktar para verdi. “Bu para ile işinize yarayanı alın!” dedi. Dört kişiden biri; “Bu parayla engür alalım” dedi. Öbür arkadaşı Arap idi. “Aksilik etme!” dedi. “Ben engür istemem, ineb isterim.” Onlardan birisi Türk idi. “Ben ineb istemem, üzüm isterim.” dedi. Rum olan bir başkası: “Bırakın bu lafları! Bu para ile istafil alalım.” dedi. (İstafil Rumca, ineb Arapça, engür de Farsça üzüm demektir). Derken dört kişi birbirleri ile çekişmeye, dövüşmeye başladılar. Çünkü adların anlamından haberleri yoktu. Onlar ahmaklıklarından, birbirlerine yumruk atıyorlardı. Çünkü bilgiden bomboş, bilgisizlikle dolu idiler. Orada çeşitli dil bilir, sır sahibi üstün bir er bulunsa idi onları uzlaştırır, barıştırırdı. Onlara derdi ki: “Ben bu para ile hepinizin istediğini alırım. Hiç bir ard düşünceye kapılmadan, hile yoluna sapmadan gönlünüzü bana verirseniz, bu paranız istediğiniz şeylerin hepsini yapar. Bu paranızla dördünüz de murâdınıza erersiniz. Dört düşman uzlaşır, birleşir. Sizin her birinizin sözü ayrılık belirtir, savaş doğurur; fakat benim sözüm uzlaştırır, birleştirir.” Yazık ki; Türk, Rum ve Arab’ın kavgasından engür ve ineb şüphesi çözülemedi. Mânâ dillerini bilen bir Süleyman gelmedikçe, bu ikilik ortadan kalkmaz.”3 Hz. Mevlânâ’nın asırlarca önce içtimâî birlik ve beraberlik konusunda verdiği bu misaller, anlattığı hikâyeler ve nasihatler günümüz insanı için her zamankinden daha önemli hayat düsturlarıdır. Dipnotlar: 1) Mevlânâ, Mesnevî, c. 2, beyit: 2167-2211. 2) Mevlânâ, Mesnevî, c. 6, beyit: 3042-3053. 3) Mevlânâ, age, c. 2, beyit: 3681-3693. |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
Deliballılar-2- - 26/11/2010 |
Deliballılar-2- |
Deliballılar - 12/08/2010 |
Deliballılar'a Hoşgeldiniz |